
Yıllardır Rusya’yı yakından izleyen biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Putin’den bir şey almak istiyorsanız, bunu yaptırımla değil ikna ile yapabilirsiniz. ABD Başkanı Donald Trump’ın son kararları da bunu bir kez daha kanıtladı. Trump’ın yeni yaklaşım biçiminin de Rusya’da neredeyse hiç şaşkınlık yaratmaması, aslında Moskova’nın bu gerçeği çoktan kavradığını gösteriyor.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le yaptığı telefon görüşmesinin ardından barışa dair umutlar yeşermiş, piyasalar bile bu olumlu havayı satın almıştı. Ancak aradan birkaç gün geçmeden Trump’ın bu kez yaptırım kartını yeniden masaya koyması, normalde Moskova’da şaşkınlıkla karşılanması beklenen bir gelişmeydi. Fakat öyle olmadı. Kremlin’den gelen açıklamalara baktığımız zaman Rusya’nın artık Trump’ın bu gelgitli politikasını çözdüğü, hatta onun adımlarını önceden tahmin edebildiğini gösteriyor. Sanki herkes “Trump yine bildiğimiz Trump” diyerek önüne bakıyor.
Trump’ın Putin’le yaptığı telefon görüşmesinde Budapeşte’de yüz yüze görüşme teklifini bizzat kendisi yaptığı Putin tarafından da açıklandı. Bu teklif, hem Moskova’da hem de uluslararası piyasalarda barış umudunu güçlendirmiş, diplomasi masasının yeniden kurulabileceği yönünde beklentiler yaratmıştı. Ancak bu olumlu atmosfer uzun sürmedi. Trump’ın aynı hafta içinde yaptırım diline geri dönmesi birçokları için tutarsızlık göstergesi olsa da Rusya’da artık şaşkınlık değil, alışkanlıkla karşılanıyor. Kremlin çevreleri Trump’ın kararlarını “ani çıkışlar” değil, “öngörülebilir gelgitler” olarak tanımlıyor. Benim gözlemim şu: Moskova, Washington’daki iç siyasi rüzgârları dikkatle izliyor ve Trump’ın her adımını kendi ajandasına önceden yazıyor. Trump’ın karar değişikliğin altında ise onun ekibinde fikir ayrılığı olduğu ve Avrupalıların etkisinde kaldığı şeklinde yorumlanıyor.
Trump, Alaska’da Putin’le konuşup müzakere ettiğinde taraflar aslında bir ortak yol bulmuşlardı. Çünkü Trump seçimlerden önce “ben bu işi çözerim” diyerek yola çıktığında, ortada net bir yol haritası yoktu. O yol haritası Alaska’daki görüşmelerde şekillendi. Bu görüşmede Putin’le doğrudan müzakere eden Trump, bazı konularda Rusya’dan taviz almayı da başarmıştı. Bunu Rus diplomatlar da, Rusya Dışişleri Bakanlığı da açıkça dile getirdi. Ancak geçen hafta Trump’ın aniden yaptırım diline dönmesi, Moskova’da “Trump’ın Bidenlaşması” olarak algılandı. Hatta bazı Rus diplomatlar, “Rusya’ya tehdit diliyle yaklaşmak sonuç vermez; hâlâ öğrenemedininiz mi!” değerlendirmesinde bulundu. Buna rağmen Putin, Trump’ın girişimine tamamen kapıyı kapatmadı. Rusya Doğrudan Yatırım Fonu Başkanı Kirill Dmitriev’i yeniden Washington’a gönderdi. Dmitriev, Rusya ile ABD arasındaki ilk temaslardan bu yana müzakerelerde yer alan kilit isimlerden biri olarak biliniyor. Bu adım, Putin’in hâlâ müzakereye açık olduğu, ancak bunun yaptırım değil diyalog zemini üzerinden yürütülmesi gerektiği mesajını taşıyor.
Trump’ın son günlerde söylediği “Sonuç çıkmayacaksa böyle bir görüşmeye girmem” cümlesi dikkat çekici ama aslında yıllardır Rusya Devlet Başkanı Putin’in diplomasi anlayışını özetleyen bir cümle. Putin’in sık sık dile getirdiği “Fotoğraf çektirmek için değil, sonuç almak için masaya otururum” sözü, aslında Rus diplomasisinin temel çizgisini anlatır. Hatta Putin, gerçekten sonuç alınacağına ve imzasının kalıcı bir çözüme katkı sağlayacağına inanırsa, hiç hoşlanmamasına rağmen Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile bile görüşebileceğini açıkça ifade etmişti. Evveliyatını bilmeyenler için de bir bilgi notu olarak buradan paylaşmış olayım.
Yaptırımların Değil, Direncin On Yılı
Avrupa hâlâ aynı yanılgıyı sürdürüyor. Yıllardır uygulanan yaptırımların Rusya üzerinde beklenen o yıkıcı etkiyi yaratmadığını herkes görüyor ama kimse bu gerçeği açıkça dile getirmeye cesaret edemiyor. Oysa 2014’te Rusya’nın Kırım’ı topraklarına katmasıyla başlayan yaptırım süreci, aradan geçen on yılı aşkın zamana rağmen Moskova’nın tutumunda en ufak bir değişikliğe yol açmadı. Ekonomik baskı, tehdit, siyasi izolasyon… Hiçbiri Putin’in kararlarını geri çevirmedi. Çünkü Putin’in karakterinde geri adım atmak, zayıflık olarak görülüyor. Batı ne kadar baskı kurarsa kursun, Kremlin bu baskıyı direnç göstergesine çevirmeyi başardı.
Benim buradan gördüğüm şu: Avrupa, Putin’i hâlâ yanlış okumaya devam ediyor; onu tepkiyle yönlendirebileceğini sanıyor. Oysa Putin, tepkiden değil iknadan etkilenen bir lider. Masaya oturduğunda eğer karşısında kendisi kadar hazırlıklı, stratejik düşünebilen ve saygı sınırlarını koruyan bir muhatap bulursa, bazı pozisyonlarını değiştirebiliyor. Ancak tehdit, onu her zaman daha da sertleştiriyor. Bu yüzden Trump’ın Alaska’da yakaladığı o kısa diyalog penceresi ve geçtiğimiz hafta yaptığı o meşhur telefon görüşmesinde dile getirdiği “Budapeşte’de görüşelim” teklifi ile Putin’in buna olumlu yaklaşımı, aslında Batı’nın uzun süredir denemediği bir şeyi; Putin’i tehditle değil, ikna ederek değiştirmenin mümkün olduğunu gösteren küçük ama anlamlı bir örnekti.
Batı’nın artık anlaması gereken temel gerçek şu: Rusya’yla konuşmadan, dünyada hiçbir kriz tam anlamıyla çözülemez. Moskova’yı dışlayarak sürdürülen her girişim, önünde sonunda tıkanıyor. Çünkü Rusya, yalnızca askeri ya da enerji gücüyle değil, tarihsel ve kültürel derinliğiyle de küresel denklemin ayrılmaz bir parçası. Sanattan bilime, enerjiden güvenliğe kadar birçok alanda bu ülkeyi yok saymak sanki dünyanın gelişiminde hiç olmamışlar gibi davranmak doğru değil. Ayrıca “Rusya’nın mevcut iktidarının politikalarını beğenmiyorum” diyerek tarihteki önemli Rus şair, yazar, ressam, müzisyen, bilim insanlarını yok saymak ne kadar doğru?
Avrupa’nın ve genel olarak Batı’nın en büyük hatası, Rusya’yı bir tehdit unsuru olarak görmek yerine, onunla zor da olsa konuşulabilecek bir aktör olarak değerlendirmemesi. Benim gözlemim o ki; Rusya’yı anlamadan, Rusya’yla oturup müzakere etmeden dünya siyasetinde istikrar sağlanamaz.
Bu noktada Türkiye’yi ayrıca anmak gerekir. Çünkü Ankara, sürecin en başından beri Rusya’yı anlamayı başaran, diyalogla çözüm arayışını sürdürmüş nadir ülkelerden biri oldu. Sadece Rusya ile değil, olayın diğer aktörü Ukrayna ile de aynı anda temas kurabilen, her iki tarafla da iletişimini kesintiye uğratmayan bir diplomasi çizgisi izledi. Bu yaklaşım, savaşın ilk günlerinden itibaren Türkiye’yi sahada ve masada fark yaratan bir aktör haline getirdi.
Bugün gelinen noktada tablo açık: Putin’e baskıyla, tehditlerle ya da yaptırımlarla yön vermek mümkün değil. Ancak diyalogla, karşılıklı saygıya dayalı bir müzakere diliyle ilerlemek hâlâ mümkün. Bunu yapabilen liderler –ki Trump Alaska’da bunu kısa bir süreliğine de olsa başarmıştı– sonuç alabiliyor. Artık Avrupa’nın da Trump’ı bu sürece dâhil ederek kurulacak geniş bir müzakere masasında Rusya’yla doğrudan konuşması gerekiyor. Çünkü Putin, o masaya davet edildiğinde gelmekten kaçınmaz; yeter ki o masa yaptırım diliyle değil, ikna diliyle kurulsun. Batı, on bir yıldır aynı yöntemi deneyip farklı sonuç beklemekten vazgeçmeli. Çünkü Putin’den bir şey almak istiyorsanız, bunu yaptırımla değil, ikna ederek yapabilirsiniz.